logo
logo
İlimiz Hakkında


SİVAS TARİHİ

OSMANLI DÖNEMİNDE SİVAS

Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezit, Sivas halkının Osmanlı egemenliğine girmek istemesi üzerine Veliaht-Şehzade Süleyman Çelebi'yi 24.000 kişilik bir kuvvetle 1398'in son aylarında Sivas'a göndermiştir. Yıldırım, 1399 baharında, Sivas halkının Osmanlı idaresine katılma âlicenaplığı karşısında duyduğu memnuniyeti belirtmek için Sivas'a gelmiştir.

Sivas, tarihindeki büyük felaketlerden birini 1400 yılında Timur'un şehre saldırmasıyla yaşamıştır. Kara Yülük Osman Bey ve Erzincan Emiri Mutahharten'in kışkırtmasıyla Sivas'a yönelen Timur ordusu, 1400'de şehri kuşatmıştır. Osmanlı Sultanı I. Bayezit, Sivas'ı kurtarmak için Anadolu Beylerbeyi Timurtaş Paşayı büyük bir orduyla Sivas'a doğru yola çıkarmışsa da, Osmanlı ordusunun Sivas'a geleceği haberini alan Timur, bu orduyu Cihanşah ve Süleymanşah gibi seçkin emirlerinin komuta ettiği bir orduyla Kayseri önlerinde yenilgiye uğratmıştır. Osmanlı ordusunun Kayseri'de yenilmesiyle Sivas, Timur'un saldırılarına ancak 18 gün dayanabilmiştir. Şehri savunan Malkoçoğlu Mustafa Bey, kimsenin canına dokunulmaması koşuluyla Sivas'ı Timur'a teslim etmiştir. Ne var ki, Timur verdiği sözü tutmamış; on binlerce kişiyi, çocuk, yaşlı demeden kılıçtan geçirterek Türk tarihine kara bir leke sürmüştür.
Timur'un Sivas'a, Sivaslıya yaptığı fenalığın boyutunu anlatmak için o günden sonra halk arasında "Sana bir iş edeyim ki, Timurlenk Sivas'a etmemiş ola" sözü söylenegelmiştir.
Sivas'ın böyle bir felakete uğraması, kuşkusuz Yıldırım Bayezit'ı son derece üzmüştür. Yıldırım, Timur'un ordusuyla karşılaşmak üzere Ankara'ya doğru gelirken yolda dertli bir şekilde kaval çalan bir çobanı dinledikten sonra duygulanarak, "Çal çoban çal! Sivas gibi bir ilin, Ertuğrul gibi bir şehzaden mi gitti. " demiştir.

1400'deki Timur felaketinden sonra Sivas'ın idaresi, 1408'e kadar Kadı Burhaneddin'in damadı olan Mezid Beyin elinde kalmıştır. Sultan Bayezit'in Amasya'daki oğlu Şehzade Çelebi Mehmet 1408'de Sivas'ı Mezid Beyin elinden kurtararak şehri yeniden Osmanlı topraklarına katmıştır.
Sivas, 1472 yılında Yusuf Mirza komutasında Akkoyunlu ordusunun saldırısına uğramış ve yağmalanmıştır. Fatih Sultan Mehmet, Erzincan ve Erzurum yöresini ele geçiren Akkoyunluların saltanatına son vermek üzere 1473'te 190.000 kişilik çağın en iyi donanımlı ordusuyla Sivas'tan geçerek Otlukbeli'nde Akkoyunlu ordusunu yenmiştir. Otlukbeli Savaşı'ndan sonra Sivas uzun bir süre huzurlu bir dönem yaşamıştır.

Sivas, önemli yollar kavşağında bulunması sebebiyle bazı Osmanlı padişahları doğu seferlerine giderken şehirden geçmişlerdir. Yavuz Sultan Selim, Çaldıran seferi için 2 Temmuz 1514'te Sivas'a gelmiş; ordusundan 40.000 kişilik bir kuvveti burada bırakarak 100.000 kişilik bir güçle yoluna devam etmiştir. Yavuz, Sivas'tan sonra; Koçhisar, Kazgölü, Şahna Çimeni, Koyulhisar Güzeller Çayırı ve Suşehri güzergâhını izlemiştir.

Kanunî Sultan Süleyman, Tebriz seferine giderken 8 Ağustos 1534'te ve 1548'te ikinci İran seferine giderken Sivas'tan geçmiştir. Kanunî, Sivas'tan sonra; Hafik Sofular köyü, Zara Kuşçu Hasan Çayırı, Yapak köyü, Şahna Çimeni, Akşehir Sahrası, Suşehri güzergâhlarını izlemiştir.
Bu dönemde Sivas'tan geçen bir diğer Osmanlı Padişahı IV. Murat'tır. IV. Murat, 1635 yılında Revan seferine giderken Sivas'a gelerek yaklaşık bir hafta şehirde kalmıştır. IV. Murat, Sivas'ta kaldığı bir haftalık sürede, günümüz harp tatbikatlarına benzer şekilde (kırmızı ve mavi kuvvetler) Revan'da düşmana karşı uygulanacak taktikleri belirlemek amacıyla Anadolu ve Rumeli askerleri arasında tatbikat yaptırmış; Sivas'tan sonra; Sofular köyü, Tödürge Gölü, Yapak köyü, Koyulhisar, Suşehri, Çoban Dede Tekkesi güzergâhlarını izlemiştir. 

Sivas, XVII. yüzyılın ilk çeyreğine doğru, Celalî ayaklanmalarından sıkıntı çeken yörelerden biri olmuştur. Celalî elebaşılarından Karayazıcı uzun yıllar Sivas'ı haraca bağlamıştır. Hükümet güçleri sayesinde Karayazıcı belası bertaraf edildikten sonra, bu defa Deli Hasan namlı başka bir Celalî 30.000'e yaklaşan askeriyle Sivas'a girmiş ve şehri yağmalamıştır. Dolayısıyla Sivas, XVII. yüzyılın başlarından XVIII. yüzyılın sonlarına kadar huzurunu kaybetmiş; nüfus ve ekonomik gücü giderek gerilemeye başlamıştır.

Sivas, XIX. yüzyılın başlarında yaklaşık 15.000 nüfusuyla küçük bir Anadolu şehri görünümündedir. Bu yüzyılın ilk çeyreğine doğru ülkede sağlanan güven ortamı çerçevesinde nüfusu giderek artmaya başlamıştır. 1834 yılı itibarıyla Sivas merkezde nüfus, 3673 hane ile yaklaşık 20.000'e, aynı yüzyılın sonlarında 40.000’lere ulaşmıştır. XIX. yüzyılda Sivas, vilayet topraklan dışından göç almış; 1855'teki Kırım Savaşı ve "93" Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Sivas merkez ve Koçgiri (Zara), Koçhisar (Hafik), Tonus (Şarkışla) ve Yenihan (Yıldızeli) gibi kazalara yaklaşık 10.000 civarında Kafkas göçmeni yerleştirilmiştir. 1890 yılı itibarıyla, göçmen ailelerin yerleştirilmesinden sonra Sivas'ın nüfusu; şehir merkezi 43.122, nahiye ve köylerle birlikte merkez kazanın nüfusu 87.615 olmuştur. Sivas Merkez Sancağı'nın merkez kaza ve yedi kazasının köyleriyle birlikte toplam nüfusu 228.435'tir

XIX. yüzyılın ortalarına doğru, ticaret az da olsa canlanmaya başlamış; İran ve Suriye üzerinden gelen yabancı menşeli malların diğer Anadolu sancaklarına dağıtımının bir kısmı Sivas'taki "hanlar" aracılığıyla yapılmıştır. Bu yüzyılda şehirde bıçakçılık, bakırcılık, çubukçuluk (ağızlıkçılık), dericilik, bez dokumacılığı, halıcılık ve çorapçılık gibi geleneksel el sanatlarına dayalı endüstri kolları varlığını sürdürmüştür. Bunlar içerisinde sadece bez dokumacılığında gerilemeler yaşanmıştır. Bu sanayi kolundaki gerileme, Sanayi Devrimi sonrası Anadolu'ya Avrupalı tüccarların çok ucuza her çeşit dokuma mamulleri getirip satmalarıyla izah edilebilir. Hicrî 1280, Milâdî 1863'te yapılan idari düzenlemeyle, Sivas, "vilâyet" statüsüne geçirilmiştir. Yeni düzenlemeyle Sivas Vilâyeti'ne Amasya, Tokat, Şebinkarahisar ve Sivas Merkez Sancağı olmak üzere dört sancak bağlanmıştır. Bu idarî yapılanma sonrasında; Koçgiri (Zara), Divriği, Koçhisar (Hafik), Tonus (Şarkışla) Aziziye (hâlen Kayseri'ye bağlı Pınarbaşı), Darende (hâlen Malatya'ya bağlı),Yenihan (Yıldızeli) ve Gürün kazaları Sivas Sancağı'na bağlı yerleşim birimleri olmuştur. Hâlen Sivas'ın ilçeleri arasında yer alan Koyulhisar ve Suşehri, o yıllarda Şebinkarahisar Sancağı'na bağlı kazalar idi. Özellikle II. Mahmut döneminde ülke genelinde başlatılan eğitim reformu çerçevesinde Avrupai tarzda yeni öğretim kurumları oluşturulmuştur. Bu okulların Anadolu şehirlerine yayılışı ancak XIX. yüzyılın son çeyreğine doğru gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, Sivas'a Avrupai tarzda eğitim veren, ilkokul düzeyinde "iptidaî mektepler", ortaokul düzeyinde "rüştiye", lise düzeyinde "idadî" adlı okullar açılmıştır. 1887'de kurulan Sivas İdadisi o dönemin gerek öğrenci sayısıyla, gerekse verdiği eğitimin kalitesiyle İç Anadolu'daki en önemli eğitim kurumlarından biri olmuştur.
1882-1885 yılları arasında Sivas'ta valilik yapan Halil Rıfat Paşa, şehirde bayındırlık ve yol yapım çalışmaları başlatmış; "Gidemediğin yer senin değildir." ilkesiyle yüzlerce kilometrelik yol ve köprü yaptırmıştır. 

Sivas şehir merkezinin nüfusu, XX. yüzyılın başlarında 49.000'e ulaşmıştır. XIX. yüzyılın son çeyreğinde, Amerika, Fransa ve İngiltere gibi üç yabancı ülke, Sivas'ta konsolosluk açmış; 1920'ye kadar faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Aynı dönemde Fransız misyonerleri Sivas'ta "Cizvit Lisesi", Amerikan misyonerleri "Amerikan Koleji" isimli orta öğretim kurumlan ile "Amerikan Hastanesi" adlı bir sağlık kurumunu faaliyete ge-çirmişlerdir. 
Sivas, 1914'te başlayan Birinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Cephesi'ne asker göndermek üzere sancaklardan silah altına alınacakların "toplanma merkezi" olmuştur. Sivas'taki birliklere gelen askerler, burada teçhizatlandırılıp görevli subaylar eşliğinde yaya olarak Erzurum'a intikal ettirilmişlerdir. Doğu Cephesi'ndeki savaşlarda, özellikle "Sarıkamış harekâtı" sırasında Allahu Ekber dağlarında çok sayıda Sivaslı şehit olmuştur.

 

İLK ÇAĞLARDA SİVAS

1- Yazılı Tarih Öncesi Dönem
Sivas'ın yazılı tarih öncesi dönemleri, ilk defa 1927 yılında yörede Amerikalı arkeolog Von Der Osten ve ekibi tarafından altı yıl süreyle yapılan kazılar sonrasında aydınlanmıştır. Bu süre içinde yapılan kazılarda 38 adet yerleşim yeri saptanmıştır. Sivas merkez ve ilçelerindeki arkeolojik araştırmalar, Osten'den sonra da sürdürülmüş; 1943'te Kılıç Kökten ve Şevket Aziz Kansu, 1947'de Tahsin Özgüç, 1955'te Charles Burney, 1963'te Pierro Meriggi, 1975'te Jak Yakar, 1992'de A. Tuba Ökse, yine aynı yıl Andreas Müller-Karpe yörede sistemli kazılar yapan yerli/yabancı arkeologlar olmuştur. 

Araştırmalar sonunda çıkarılan buluntulara göre, yöreye ilk olarak neolitik dönemde yerleşildiği tahmin edilmektedir. Şarkışla/Megersen'de, Hafik/Pılır Höyük'te çıkarılan buluntular bu düşünceyi doğrulamaktadır.

Sivas yöresindeki iskân, neolitik dönemden sonra kalkolitik dönemde de sürmüştür. Kangal/Çukurtarla, Kangal/Kavak höyüklerinde ve Zara/Tödürge Gölü kıyısındaki Kültepe, Tepecik höyüklerinde kalkolitik dönem kalıntıları bulunmuştur.

Kalkolitik dönem sonrası Sivas'ın yerleşme tarihi, İlk Tunç Çağı ile sürmüştür. Bu dönem, Kavak'taki Kültepe, Tepecik, Pılır ve Çukurtarla, Uzunyayla'daki Sıçan höyüklerinden; merkez ilçeye 5 km. mesafedeki Kılhıdık/Uzuntepe yakınlarındaki Maltepe'de çıkarılan buluntularla aydınlatılmış; yörenin M.Ö. 2600'lerde iskân edildiği anlaşılmıştır. 

2) Yazılı Tarih Dönemi
Sivas'ın yazılı tarih dönemi, M.Ö. 2000'in ortalarında Hititlerle başlar. Günümüzde Sivas Kalesi olarak bilinen Topraktepe'de 1946'da Tahsin Özgüç tarafından yapılan kazıda Selçuklu yapılarının altında 1,5 metrelik bir dolgu katmanından sonra Hitit dönemi yerleşimlerinin ortaya çıkması bu düşünceyi doğrular nitelikteki önemli kanıtlardır.

Hattuşil önderliğinde M.Ö.1650'de kurulan Hitit Devleti, Kızılırmak yayını sınır kabul etmiştir. Bu yay içindeki Sivas ve çevresi, Hititlerin yıkıldığı M.Ö. 1200'lere kadar bu devletin önemli yerleşim birimlerinden biri olmuştur. Yörede yapılan kazılarda Hititlerle ilgili buluntular ortaya çıkarılmıştır. Şarkışla'nın Döllük köyü civarında yapılan kazıda bulunan madeni bir Hitit heykeli ile Gürün'de bulunan Hitit hiyeroglif yazılı bir stel (mezar taşı) yöredeki Hitit iskânını doğrulayan önemli bulgulardır. 

Sivas, uzun bir süre Hititlerin devamı olan Hitit Kent Devletleri'nin topraklan içinde kalmıştır.
Sivas, M.Ö. VII. yüzyılda Anadolu'ya Türk kökenli Kimmer ve İşkillerin gelmesiyle bu kavimlerin yerleşim alanı olmuş; daha sonra Medlerin topraklan içinde yer almıştır. Ancak, Medlerin kısa süren Anadolu hakimiyeti sonrasında Sivas bu defa M.Ö. 550'de Perslerin eline geçmiştir. Persler, Anadolu'daki topraklarının yönetimini, güneyde Kilikya, kuzeyde Pontus, ortada Kapadokya Satraplığı adlarıyla üçe ayırmıştır. Sivas, güzel atlar ülkesi anlamına gelen "Kapadokya" içinde yer almıştır.

M.Ö. 334'te Anadolu'ya geçen Makedonya Kralı Büyük İskender, Perslerin Anadolu'daki üstünlüğüne son vermişse de, bir süre sonra M.Ö. 332'de Pers yöneticilerinden I. Ariarates, Kapadokya Krallığı'nı yeniden kurmuştur. Dolayısıyla Sivas, uzun bir süre Kapadokya Krallığı'nın sınırlan içinde kalmıştır.

M.Ö. I. yüzyılın başlarında kısa bir süre kuzeydeki Pontus Krallığı'nın topraklarına dahil edilen Sivas, Roma İmparatoru Pompeus'un M.Ö. 66'da Suşehri yakınlarında Pontus Kralı VI. Mithridate'ı yenmesiyle Romalıların siyasî hakimiyetine girmiştir. Pompeus, Anadolu'da Roma hakimiyetini sağladıktan sonra, Sivas'ın o dönemdeki adını Diopolis (Tanrı şehri) olarak değiştirmiştir.

 

KURTULUŞ SAVAŞINDA SİVAS

Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü hazırlayan Mondros Mütarekesi sonrasında Sivas, İtilaf güçlerince işgal edilmeyen Anadolu şehirlerinden biri olmuştur. 19 Mayıs 1919'da Atatürk'ün Samsun'a çıkmasıyla başlayan Kurtuluş Savaşı tarihinde Sivas'ın önemli bir yeri vardır. 22 Haziran 1919'da yayımlanan Amasya Genelgesi'ndeki bir madde, Sivas'ın Kurtuluş Savaşı'ndaki önemini vurgulamakta son derece anlamlıdır. Genelgede, "Anadolu'nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas'ta millî bir kongrenin toplanması" öngörülmüştür. Sivas'ın "güvenilir şehir" olması, kuşkusuz arazisinin az sayıda geçit veren yüksek dağlarla çevrili olmasından ileri geldiği kadar, Sivas halkının esir yaşamaktansa "istiklâl mücadelesi" verilmesinin gerekliliğine inanmasındandır da.

Mustafa Kemal, Sivas'ın her bakımdan güvenilir olduğunu, 27 Haziran 1919'da şehre geldiği ilk gün, Sivaslının coşkulu karşılama töreninde bir kez daha anlamıştır. Gerçi Sivaslı o güne kadar Mustafa Kemal'i hiç görmemişti; ama onu Kuzey Afrika'daki Tobruk'ta, Irak'ta İngilizleri perişan ettiği Küttü'l-Amara ve Çanakkale'deki başarılarından dolayı gıyabında çok iyi tanıyordu. Mustafa Kemal, bu nedenle Elazığ Valisi Ali Galip'in Sivas Kongresi'ni basma girişimlerine, Fransız Binbaşı Bruno'nun "Sivas'ta kongre toplanırsa şehri işgal ederiz" gibi tehditlerine aldırmamış; gülüp geçmiştir.

Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi'ni tamamladıktan sonra, bu kongrede oluşturulan "Temsil Heyeti" ile 2 Eylül 1919'da Sivas'a gelmiştir.
Atatürk'ün 2 Eylül günü halk tarafından coşku ile karşılanışını dönemin Sivas valisi Reşit Paşa hatıralarında şöyle anlatır:
"2 Eylül 1919 günü Sivas'ta ne kadar at ve araba varsa, halkı Erzincan yolu üzerine götürdü. At bulamayan, araba tedarik edemeyenler de yaya olarak o istikamete dökülürken, ben hükümet konağından ayrılmadım. Halkın böyle bir sevinç içinde akışını penceremde uzun uzun seyre daldım, fakat gözlerim dolu dolu oldu; kalbim heyecanla çarpıyordu." 


1-Sivas Kongresi
Sivas Kongresi, Türk tarihinin dönüm noktalarından biridir. Bu kongrede alınan kararlar, Türk ulusunu ikinci defa Ergenekon'dan çıkaran bir haykırış ve silkinişin ifadesi olmuştur. Hür ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri, "Ya İstiklâl! Ya Ölüm!" parolasıyla manda ve esaretin reddedildiği Sivas Kongresi'nde atılmıştır.

Sivas halkının ileri gelenleri, Amasya Genelgesi'nde yer alan karar gereği şehirlerinde yapılacak kongreye katılmak üzere Sivas'a gelecek delegeleri misafir etmek, yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için aralarında vazife taksimi yapmış; Sivas Sultanisini (Sivas Lisesi) kongre binası olarak hazırlamışlardır.

Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 Perşembe günü saat 14.00'te, Atatürk açış konuşmasıyla başlamıştır. Mustafa Kemal, açış konuşmasında ülkenin içine düştüğü o günkü durumu özetleyerek şunları söylemiştir:
"Muhterem efendiler!
Vatan ve milletin kurtuluşunu amaçlayan zorlayıcı sebepler, sizleri bunca meşakkat ve engeller karşısında Sivas'ta topladı. Bu yiğitçe azminizi kutlar, sizlere hoş geldiniz demekle bahtiyarlığımı arz ederim.
Efendiler,
Muhterem heyetiniz müzakerelere başlamadan önce bazı hususlar üzerinde açıklamalarda bulunmam için müsaadelerinizi rica ederim. Malumunuzdur ki 30 Ekim 1918'de milliyetler esasına dayalı vaatler üzerine İtilaf Devletleri ile bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma ile milletimiz adilâne bir barışa kavuşacağını ummuştu. Hâlbuki anlaşma hükümleri, zorlamalarla günbegün vatan ve milletimiz aleyhinde uygulamaya konuldu. Bunun üzerine memleketimizde yaşayan Hıristiyan tebaalar İtilaf Devletlerinden güç alarak milletimizin haysiyetine dokunan çılgınlıklarda bulundular. Batı Anadolu'da İslâm’ın namusu uğruna korunması gereken kutsal yerlerine kadar sokulan Yunan zalimleri İtilaf Devletleri'nin aldırmazlıklarıyla zalimane kötülükler yaptılar.
Doğuda Ermeniler, Kızılırmak'a kadar genişleme hazırlıklarına girişip, şimdiden sınırlarımıza kadar dayanıp katliamlara başladılar. Karadeniz kıyılarımızda Pontus Krallığı hayalinin gerçekleşmesine dahi çalışılmaktadır. Adana, Antep, Maraş ve Konya yakınlarına kadar gelen işgal güçleri, Antalya'yı alıp, Trakya'yı işgal bölgelerine dahil etmişlerdir. (...)
Efendiler,
Milletimizin sizler gibi münevver ve şerefli insanları, ülkenin görünüşünün karanlığından ümitsizliğe düşmediler; çünkü onlar bilmektedirler ki, tarih bir milletin varlığını, hakkını hiç bir zaman inkar edemez. Yine onlar kuvvetli bir imanla, vatan ve milletimiz aleyhinde verilen hükümlerin, ortaya sürülen kanaatlerin muhakkak iflasa mahkum olacağına inanırlar.
Efendiler,
İtilaf Devletleri'nin haksızlıkları ve merkezî hükümetin acizliği karşısında milletimiz mevcudiyetini ispat ve tecavüzlere karşı namusunu ve istiklâlini korumak zorunda kalmıştır. Bilindiği gibi, Şarkta yapılan savaşın her türlü meşakkatini çekmiş, hele Ermenilerin vahşice zulmüne uğramış matemzede hudut vilayetlerimiz namus ve millî istiklâllerini kurtarmak amacı ile Müdafaa-i Hukuk-i Milliye gibi cemiyetler kurdular. Doğudan ve güneyden tehlike hisseden Diyarbekir vilayetimizde de Müdafaa-i Vatan Cemiyeti kurulmuştur (...).
Efendiler
Milletçe kurtuluş çaresinin ancak kendi ruhundan ve bizzat kendinden doğacağı kanaati ortaya çıkınca, açık tehlikeler karşısında bulunan Doğu Anadolu vilayetleri Erzurum Kongresi'ni toplantıya çağırmıştır. Bu sırada, cereyan eden olaylar karşısında vatanın bir bütün hâlinde kurtuluşunu amaç edinen ve muhterem heyetinizin vücuda getirdiği Sivas Kongresi, Umumî Kongre daha 21 Haziran 1919'da kararlaştırılmıştı. (...)
Millî Meclisin henüz toplanmamış olduğu bir sırada bağımsız karar alma gücünü yitirmiş ve muhasara altındaki İstanbul Hükümeti'nin tek başına meşru olmayan bir karar alması ya da işgalcilerin millî çıkarlarımıza uymayan tekliflerini kabullenmesi gibi ihtimalleri hesaba katarak "millî ruhu" temsilen Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin toplanmış olması hayır ve selametin kesin bir habercisidir. Sözlerime son verirken, vatanın ve milletin kurtuluş amacına sadık olan heyetimizin hayırlı bir başarıya ulaşmasını yaratıcının yüce katında temenni ederim."
Açış konuşması sona erince kongre gündemindeki maddelerin görüşülmesine başlanmıştır.

Gündem 
1-Başkanlık divanının seçimi, 
2-Erzurum Kongresi'nde kabul edilen bildirilerin müzakere edilerek oylanması, 
3-Manda konusu, 
4-Dilek ve temennilerden oluşmaktaydı.
Birinci madde gereğince başkanlık divanı için seçim yapılmış; başkanlığa Mustafa Kemal seçilmiştir. Daha sonra gündemin diğer maddelerinin görüşülmesine geçilmiştir.
Kongrede en hararetli tartışmalar, güçlü bir Batı devletinin koruması altına girme anlamına gelen "manda" meselesi görüşülürken yaşanmıştır. Bilindiği üzere, I. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin içine düştüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için başını Halide Edip (Adıvar)'in çektiği bir grup, "Amerikan Mandası”na girilmesi taraftarıydı. Kongre'nin 8 Eylül'deki 4. oturumunda delegelerden İsmail Fazıl Paşa, Bekir Sami, İsmail Hami ve 22 kişinin imzasıyla başkanlığa manda konusunda bir muhtıra verilmiştir. Kongrede Amerika'nın mandasına girilmesi lehinde Kara Vasıf ve İsmail Hami, İsmail Fazıl ve Refet Bey; aleyhinde ise Hoca Raif Efendi ve Ahmet Nuri Bey konuşmuştur.
Ne var ki, manda aleyhinde en ateşli ve belirleyici konuşmayı kongreye "İstanbul Askeri Tıbbiye öğrencileri" adına katılan Hikmet Bey (Boran), görüşmeler sürerken manda taraftarlarının sözlerine tahammül edemeyip oturduğu yerden haykırarak yapmıştır. Hikmet Bey: 
"Paşam, delegesi bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem: Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle ret ve takbih ederiz (ayıplarız). Farz-ı muhal manda fikrini siz kabul ediyorsanız, sizi de reddeder, Mustafa Kemal 'i vatan kurtarıcı değil, vatan batırıcı olarak adlandırır ve tel 'in ederiz. " diye bağırmıştır. 
Tıbbiyeli Hikmet'in büyük bir heyecan ve inançla söylediği bu sözler, salonda bulunan pek çok kişiyi duygulandırmış; konuşmanın akabinde Mustafa Kemal heyecanlı bir sesle:
"Arkadaşlar gençliğe bakın! Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin." dedikten sonra Hikmet Beye dönerek:
"Evlat! Müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyor ve gençliğe güveniyorum. Bizler azınlıkta kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmeyecektir: Ya istiklâl! Ya ölüm!
Mustafa Kemal'in salonda bulunanları iliklerine kadar etkilediği kararlılık ve inanç dolu bu sözleri karşısında Hikmet Bey yerinden fırlamış; "Var ol Paşam!" diyerek Mustafa Kemal'in elini öpmüştür.
Sivas Kongresi 11 Eylül 1919'da her türlü manda reddedilerek, "Milletin bütünlüğü ve istiklâlin sağlanması için millî iradenin hakim kılınması" gerektiği yönünde 10 maddelik sonuç bildirisi yayımlanarak sona ermiştir.

Sivas Kongresi'ne Katılan Delegeler
a)Erzurum Kongresi'nde Oluşturulan Heyet-i Temsiliye Öyeleri
1-Mustafa Kemal (Atatürk), 
2-Hüseyin Rauf (Orbay), 
3-Bekir Sami (Kunduk), 
4-Raif (Dinç), 
5-Fevzi (Fırat), 
6-Refet (Bele)

b) Vilayet, Sancak ve Liva Delegeleri
İstanbul Delegeleri
7-İsmail Fazıl (Cebesoy) 
8-İsmail Hami(Danişmend) 
9-Hikmet (Boran) Aydın/Denizli Delegeleri
10-Başağzâde Yusuf (Başkaya) 
11-Küçükağazâde Necip Ali 
12-Dalamanlızâde Mehmet Şükrü, 
13-Hakkı Behiç

Aydın/Alaşehir Delegesi
14-Macit Bey (aslen Şarkışlalı)
Aydın/Manisa Delegesi
15-İbrahim Süreyya (Yiğit)
Ankara/Çorum Delegeleri
16-Mehmet Tevfik Bey, 
17-Sabıkzâde Abdurahman

Ankara/Yozgat Delegesi
18-Yusuf Bahri Bey
Kastamonu Delegesi
19-Tatlızâde Nuri 
20-Sami Zeki Bey

Afyon Delegesi
21-Kesrizâde Salih Sıtkı, 
22-Koçzâde MehmetŞükrü, 
23-Bekir Bey

Bursa Delegeleri
24-Ahmet Nuri Bey, 
25-Osman Nuri (Özpay)

Eskişehir Delegeleri
26-Siyahizâde Halil İbrahim Bey, 
27-Bayraktarzâde Hüseyin Bey, 
28-Hüsrev Sami (Kızıldoğan)

Niğde Delegesi
29-Ratıpzâde Mustafa (Soylu)
Niğde/Nevşehir Delegesi
30-Dellalzâde Hacı Osman Remzi Bey
Niğde/Bor Delegesi
31-Halk Hami Bey
Gaziantep Delegesi
32-Kara Vasıf Bey
Samsun Delegesi
33-Boşnakzâde Süleyman Bey
Hakkari Delegesi
34-Mazhar Müfit (Kansu), 
35-Hasan Bey (Hangi vilayet adına katıldığı tespit edilememiştir.)


Kongre tamamlandıktan sonra Sivas'a üç Kayseri delegesi gelmiştir. Bu kişiler: İmamzade Ömer Mümtaz Bey, Katipzâde Nuh Naci (Yazgan), Kalaçzâde Ahmet Hilmi (Kalaç)tır. Sivas Kongresi ile ilgili bazı eserlerde Necati ve Asaf isimli iki Bursa delegesinin isimleri geçmekte; böylelikle delege sayısı 40 olarak gösterilmektedir.
Sivas Kongresi sonrasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye üyeleri yaklaşık üç ay; 18 Aralık 1919'a kadar Sivas'ta kalarak 23 Nisan 1920'de kurulacak yeni Türk Devleti'nin ve 29 Ekim 1923'te ilân edilecek "cumhuriyet" idaresinin genel çerçevesini belirlemişlerdir. Mustafa Kemal ve arkadaşları 18 Aralık'ta üç otomobille Ankara'ya hareket etmişlerdir.

2-Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti
Sivas, "Milli Mücadele"ye sadece erkeği ile değil, kadınıyla da destek vermiştir. Sivas Kongresi'nden yaklaşık iki ay sonra 26 Kasım 1919'da Sivaslı kadınlar, Vali Reşit Paşanın eşi Melek Hanım başkanlığında bir araya gelerek genel merkezi Sivas'ta olmak üzere "Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti"ni kurmak için müracaatta bulunmuşlardır. Sivas Valiliğinin izin vermesiyle cemiyet resmen 9 Aralık 1919'da kurulmuştur.
Sivaslı vatansever kadınlar, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetini kurmak için ilk resmî toplantısını yaklaşık 800 üyesiyle 28 Kasım'da Sivas Numune Mektebinde yapmıştır. Toplantıya Nasuhzâde Emine ve Şerife, Nergizzâde Ferah, Bacanakzâde Nuriye, Emir Paşa refikası Hatice, Tirkeşzâde Ömer Efendi refikası Ferruh hanımlar gibi şehrin eşrafından kadınlar katılmış, Melek Hanım, yaptığı konuşmada vatanın içine düştüğü durumu dile getirerek cemiyetin kurulma sebebini izah etmiştir: 
Sivaslı vatansever kadınlar, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyetini kurmak için ilk resmî toplantısını yaklaşık 800 üyesiyle 28 Kasım'da Sivas Numune Mektebinde yapmıştır. Toplantıya Nasuhzâde Emine ve Şerife, Nergizzâde Ferah, Bacanakzâde Nuriye, Emir Paşa refikası Hatice, Tirkeşzâde Ömer Efendi refikası Ferruh hanımlar gibi şehrin eşrafından kadınlar katılmış, Melek Hanım, yaptığı konuşmada vatanın içine düştüğü durumu dile getirerek cemiyetin kurulma sebebini izah etmiştir: 
"Muhterem Hanımefendiler!
İnsanın doğduğu ve yaşadığı yere vatan derler. Bir insan tasavvur eder misiniz ki bu kelime söylendiği zaman kalbi titremesin. Evet muhterem hanımefendiler, bahusus bugün için en mühim düşüncemiz vatan kaygusu; en büyük vazifemiz istiklâlimizi muhafaza etmek, vatanımızı kurtarmak, düşman eline teslim etmemektir. Tek bir Müslüman Türk kalıncaya kadar müdafaa etmek... Zannetmeyiniz ki bu vazife yalnız erkeklere aittir. Vatan, erkeklerin olduğu kadar bizimdir de. İstiklâlimizi kaybedersek ilk tarize biz uğrayacağız. Müslüman Türk kadınının medar-ı iftiharı olan namusu paymal (ayakaltına alınma, çiğnenme) edilecektir. (...) Böyle bir zillete tahammül edebilir miyiz? Elbette hayır! Muharebe meydanlarında erkekleriyle çarpışan Müslüman kadınların kardeşleri olduğumuzu, temiz ve asil kanlarının bizim damarlarımızda da dolaştığını düşmanlarımıza göstereceğiz. (...) Yemin ediyoruz, ahdediyoruz.... Memleketimizi düşmana vermemek için erkeklerimizle beraber çarpışacağız.... (...). 
Konuşma sonunda Sivaslı vatansever hanımlar tereddüt etmeden ziynetlerini çıkararak cemiyet yetkililerine vermişlerdir. 

 

ERATNA DEVLETİ DÖNEMİNDE SİVAS

İlhanlı Valisi Timurtaş, İlhanlı Hükümdarı Ebu Said ile arası açılınca 1327'de Sivas'ı terk edip Mısır'a gitmek zorunda kalmış; bu nedenle yerine beylerinden bir Uygur Türkü olan Alaaddin Eratna'yı bırakmıştır.

Timurtaş, 1328'de Mısır'da idam edilmiştir. Sonuçta Eratna Bey, Sivas'ın İlhanlılara bağlı valisi olmuştur. Alaaddin Eratna, 1343'te Moğol ordusunu mağlup ederek Sivas başkent olmak üzere bağımsızlığını ilan etmiştir. Eratna zamanında Kayseri, Amasya, Tokat, Çorum, Niğde ve Erzincan gibi şehirler beyliğin topraklarına katılmıştır.

Eratna 1352'de ölünce, yerine genç yaştaki oğlu Gıyaseddin Muhammed geçmiştir. Gıyaseddin, küçük yaşta olduğundan beyliğin yönetimini Vezir Ali Şah'a bırakmıştır. Ne var ki, 1364'te beyliğin yönetiminden sorumlu Vezir Ali, baş kaldırmış; topladığı kuvvetlerle beyliğin o dönemdeki başkenti Kayseri'yi kuşatmıştır. Gıyaseddin Muhammed Bey bu savaşta yenilince, Mısır hükümdarı Melik Eşreften yardım istemiştir. Yardım talebi, aynı yıl 1364'te yerine getirilmiş; Muhammed Bey, yöreye gelen Mısır ordusu sayesinde Ali Şah'ı yenmiş ve onu öldürmüştür.

Bir süre sonra, Eratna Devleti'ne bağlı bazı yöneticiler, Kayseri'ye saldırarak Muhammed Bey'i 1365'te öldürtmüştür. Bu kişiler, Muhammed Beyin yerine çocuk yaştaki oğlu Alaaddin Ali'yi geçirmişlerdir. Eratna topraklan, devlet adamları arasında paylaştırılmış, dolayısıyla bir daha toparlanamamıştır. 1381'de Kadı Burhaneddin'in hükümdarlığını ilân etmesiyle Eratnalılar tarihe karışmıştır.



KADI BURHANEDDİN AHMED DEVLETİ DÖNEMİNDE SİVAS

Eratna Beyliği'nde bir süre kadılık yapan Kadı Burhaneddin Ahmed, 1380'de son Eratna Beyi Alaaddin Ali oğlu Muhammed Beyin naipliğine (yardımcı) getirilmiştir. 1381'de Kadı Burhaneddin, son Eratna Beyi Muhammed'i saf dışı bırakarak hükümdarlığını ilân etmiştir.
Kadı Burhaneddin hükümdarlığını ilân ettiği yıl, Mısır Memlukluları o sıralarda Sivas'a bağlı Divriği'yi ele geçirmiştir. Bunun üzerine Kadı Burhaneddin, Divriği'yi almak için karşı sefer düzenlemiş; dolayısıyla Memluklular ile arası açılmıştır. Memluklular, Halep Valisi Yelboğa komutasındaki orduyla 1388'de Sivas'ı kuşatmış, fakat Kadı Burhaneddin'in şehri iyi savunması karşısında başarılı olamamışlardır.

Ordusunda komutanlık yapan Akkoyunlu Kara Yülük Osman Bey ile Kadı Burhaneddin Ahmed'in arası açılmıştır. Kadı Burhaneddin, Kara Yülük ile Zara yakınlarındaki Karabel mevkiinde yaptıkları savaşta öldürülmüştür.

Kadı Burhaneddin öldürüldükten sonra, Sivas halkının ileri gelenleri, Kayseri'de vali olan küçük oğlu Alaaddin Ali'yi tahta çıkarmışsa da, Kara Yülük'ün Sivas'ı kuşatması, o sıralarda yaklaşan Timur tehlikesi gibi nedenlerle Sivas'ın Osmanlılara teslim edilmesini uygun görmüşlerdir. Neticede Sivas 1398'de Osmanlı topraklarına katılmıştır.

 

DANİŞMENDLİLER VE SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE SİVAS

Sultan Alparslan, Anadolu'nun iç kesimlerinin fethedilmesi için seçkin komutanlarından Danişmend Gazi ile Kutalmışoğlu Süleyman Şah'ı görevlendirmiştir. Sivas yöresinin kesin olarak Türklerin eline geçişi, Anadolu kapılarını Türklere açan 1071 Malazgirt Savaşı'ndan kısa süre soma gerçekleşmiştir. 1080'lerde Sivas yöresine gelen Türkler, civardaki küçük yerleşim birimlerini almışlar; fakat Sivas'ı ele geçirememişlerdir. Danişmend Gazi, bu tarihten beş yıl sonra kuvvetleriyle Sivas'ı kuşatmış ve şehri kısa sürede ele geçirmiştir. Dolayısıyla, Sivas, günümüze kadar bir daha el değiştirmeden Türklerin eline 1085'te geçmiştir.
Danişmend Gazi, Sivas'ı aldıktan sonra Kapadokya Bölgesi'ne yönelmiş; Kayseri'yi ele geçirip Sivas'ı başkent yaparak Danişmend Beyliğini kurmuştur. Daha sonraki yıllarda Tokat, Amasya, Çorum, Çankırı, Malatya ve Kastamonu alınarak beyliğin sınırları genişletilmiştir.
Danişmend Gazi 1105'te vefat edince oğlu Melik Gazi hükümdar olmuştur. Melik Gazi dönemi, Bizanslılar ve Haçlı kuvvetleriyle yapılan savaşlarla geçmiştir. 1134'te ölen Melik Gazi'nin yerine oğlu Muhammed geçmiş; babası gibi Muhammed de Bizanslılarla pek çok savaş yapmıştır.

Muhammed Gazi 1142 yılında vefat edince, oğlu Zünnun ile amcası Yağıbasan arasında taht kavgası çıkmıştır. Sonuçta Danişmendliler, Sivas ve Malatya kolu şeklinde ikiye ayrılmıştır. Sivas kolunun başına Melik Gazi'nin oğlu Yağıbasan geçmiştir. Yağıbasan’ın dönemi, Bizanslılar ve Anadolu Selçukluları ile yapılan savaşlarla doludur. Yağıbasan'nın ölümünden sonra beylik tam bir kargaşa dönemi yaşamış; Yağıbasan’ın diğer yeğeni Zünnun, Sivas'a gelerek Danişmendli tahtına oturmuşsa da, 1175'te Danişmendlerin Sivas kolu dağılmıştır. 


SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE SİVAS

Sivas, 1175 yılında II. Kılıçarslan zamanında Anadolu Selçuklu topraklarına dahil edilmiştir. Kılıçarslan, saltanatının son zamanları olan 1190 yılında Anadolu Selçuklu topraklarını 11 oğlu arasında paylaştırmıştır. Bu paylaşmada Sivas Kutbettin Melikşah'a düşmüştür. Ancak Kutbettin Melikşah, bütün Selçuklu topraklarına sahip olmak isteyince, kardeşler arasında uzun süren bir taht kavgası başlamıştır. Kardeşler arasındaki kavga, 1194'te Kutbettin'in ölümünden sonra kısmen azalmış; Sivas kısa bir süre Kutbettin Melikşah'ın kardeşi Tokat Meliki Rükneddin Süleyman'ın elinde kalmıştır.

1210 yılında Selçuklu saltanatının başına I. İzzeddin Keykavus geçmiştir. Keykavus'un, Konya yerine genellikle Sivas'ta ikâmet ettiği bilinmektedir. Bu nedenle Sivas, I. İzzeddin Keykavus döneminde imar edilmiştir.

Yapı tarzı ve işlevi bakımından döneminde bütün Anadolu ve Avrupa'nın önemli tıp merkezlerinden biri olarak kabul edilen Sivas "Darü'ş-Şifa"sı, 1217'de I. İzzeddin Keykavus zamanında yaptırılmıştır.
Sivas, en görkemli, en parlak dönemini Anadolu Selçuklu birliğini sağlayan Alaaddin Keykubat'ın saltanatta kaldığı (1219-1236) yıllan arasında yaşamıştır. Alaaddin Keykubat zamanında Sivas Kalesi ve şehrin etrafındaki surlar yaklaşan Moğol tehlikesine karşı onarılmıştır.

Sivas, Moğol saldırısından kurtaramamış; Türk tarihinin üzücü sayfalarından biri olan "Kösedağ Savaşı" Selçuklular için sonun başlangıcı olmuştur. 3 Temmuz 1243'te Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusuna Zara-Suşehri arasındaki Kösedağ'da yenilmiştir.
Selçuklu ordusu, Kösedağ'da Moğollardan başka Çanakçı dağları ve Akören, Kuşçu, Yapak, Eymir gibi öz köyleri yöresinde de, kuzeyden gelen Pontus kuvvetlerine karşı savaşmak durumunda kalmıştır. Yöredeki muharebelerde bir grup Türk askeri, Pontuslu Rumlar tarafından Çanakçı ormanlarının "Taburbozan" mevkiinde pusuya düşürülmüştür. Dolayısıyla, sonuçta Anadolu toprakları Moğol tahakkümüne boyun eğmiştir.

Sivas, imar yönünden ikinci gelişme dönemini Anadolu Selçuklularının dağılma sürecinde yaşamıştır. Buruciye, Çifte Minare ve Gök Medrese gibi bu döneminin en gözde sanat eserleri 1271'de III. Gıyaseddin Keyhüsrev'in saltanatında yapılmıştır. O dönemde yapılan medreseler hâlâ ayaktadır.

Sivas, Selçuklular dönemindeki görkemini, sadece sanat eserleriyle değil, Anadolu'da dönemin en önemli "ticaret merkezi" olma özelliğiyle de kazanmıştır. Selçuklular döneminde yurt dışı bağlantılı "transit ticaret’ten pay almak amacıyla, Cenevizliler gibi bazı Avrupa devletleri Sivas'ta elçilikler açmışlardır. Çin'den, Türkistan'dan, İran'dan kervanlarla gelen mallar, Sivas'taki hanlara indirilerek, gerek Anadolu'nun diğer şehir-lerine, gerekse Avrupa'ya buradan sevk edilmekteydi. Bu dönemde Sivas'ta ticareti yapılan mallar, sadece doğu ülkelerinden gelen transit mallardan ibaret değildir. Yörede üretilen bez, halı, bıçak, o dönemin savaş silahlan olan kılıç ve yatağan gibi mallar da Sivas ticaretinde önemli bir yer tutmuştur.

Moğolların Anadolu'daki nüfuzu giderek artınca, kardeşler arasında taht kavgası çıkan Anadolu Selçukluları bir daha toparlanamamış; 1308'de siyasî hayatları sona ermiştir. Bu bakımdan bir süre Sivas'ı Emir Çoban'ın oğlu Timurtaş gibi İlhanlıların atadıkları valiler yönetmiştir.

 

ROMA  DÖNEMİNDE SİVAS

Roma İmparatorluğu'nun Anadolu'daki hakimiyeti kesinleşince, Kapadokya yöresi bu imparatorluğun koruması altında Ariobarzanes'a verilmiştir. Daha sonra yapılan yönetim değişikliğiyle Sivas, Arkheleos'un yönetiminde önemli yerleşim birimlerinden biri olmuştur. Kapadokya Kralı Arkhelaos, Roma'nın nüfuzu altında sahip olduğu toprakları genişletmek amacıyla vefat eden Pontus Kralı Polemon'un eşi Kraliçe Pythodoris ile evlenmiş; böylece Anadolu'nun kuzey bölgelerini de ele geçirmiştir.

Kraliçe Pythodoris'ten sonra tahta geçen II. Polemon, Part saldırısı karşısında krallığını M.S. 65'te Roma İmparatoru Neron'a bırakmak durumunda kalmıştır. Romalılar, Partlara karşı koymaya çalışmışsa da, yöre bir süre için Partların egemenliğine geçmiştir.
Sivas, Kapadokya yöresinin Roma'ya bağlı bir eyaleti olarak ilân edildiği M.S. 17'den sonra, imparatorluğun ikiye ayrıldığı 395'e kadar Roma hakimiyetinde kalmıştır. Sivas, 395'ten sonra Anadolu'nun Doğu Roma İmparatorluğu'nun payına düşmesiyle Bizans topraklarına katılmıştır.



BİZANS DÖNEMİNDE SİVAS

Bizanslıların ilk dönemlerinde yörede önemli siyasî olaylar cereyan etmemiş; nispeten sakin bir dönem yaşanmıştır. Sivas, Bizans İmparatoru Heraklius zamanında "tema"lar şeklindeki idarî yapılanma çerçevesinde Sebasteia Teması'nın merkezi olmuştur. Sivas Teması, X. yüzyılda yeni idarî yapılanma sonucunda ikiye ayrılmış; tema topraklarının kuzeydoğu kısmında Koyulhisar, Suşehri ve Şebinkarahisar'ı da içine alan Koloneia Teması kurulmuştur. Sivas, yine Sebasteia Teması'nın merkezi olmuştur.
Bizanslılar döneminde Sivas, zaman zaman doğudan gelen Sasanilerin, zaman zaman da güneyden gelen Emevilerin saldırılarına maruz kalmıştır.
Emevi Halifesi Abdulmelik bin Mervan zamanında Bizans topraklarına sefer düzenlenmiş; Emevi ordusu, Milâdî 693'te Sivas önlerinde II. Justinyen komutasındaki Bizans ordusunu yenmiştir. Ancak, şehir Müslümanların eline geçmemiştir.
Emir Muaviye, Miladî 730'da Anadolu'ya düzenlediği seferde Amasya'yı fethettikten sonra, Sivas emirliğini Abdulvahap Gazi'ye vermiştir. Fakat Abdulvahap Gazi, silah arkadaşı Battal Gazi ile birlikte Sivas'ı almak için şehir önlerine gelmişse de, Sivas alınmadan Abdulvahap Gazi ve silah arkadaşı şehit düşmüştür.

Sivas, XI. yüzyılın ilk çeyreğine doğru dünyada nadir görülen "şehir takası" olayı yaşamış; Ermenilerin ikamet ettiği Vaspuragan (Van) şehriyle 1021 yılında takas edilmiştir. XI. yüzyılın başlarında Batı'ya yönelen Türk akınları, Anadolu kapılarını zorlamaya başlamıştır. Türkler, bu akınlar sırasında kuzeyde Ermeni Krallığı'nın başkenti Ani'ye, güneyde Van-Ahlat'a kadar gitmişlerdir. Kuzeyden güneye doğru inen bu hatta, o yıllarda Ermeniler yaşamaktadır. Bu hat, Türk akınlarına engel olmak için Bizans yönetimi tarafından bilinçli olarak oluşturulmuş bir nevi "tampon bölge" dir. Ne var ki, gittikçe artan Türk akınlarına karşı koyamayan Ermeni Kralı Senekerim, 1021 yılında, Bizans Kralı II. Basil'e başvurarak Van Gölü yöresindeki krallığına ait Vaspuragan'ı Türk tehlikesi geçene kadar, coğrafî konumu bakımından güvenli bir yörede olan Sivas ile takas etmek istediğini bildirmiştir. Senekerim'in bu arzusu kabul edilmiş; Vaspuragan'a karşılık Sivas Ermenilere verilmiştir. Kral Senekerim, hanedanı ve 14.000 civarındaki vatandaşıyla birlikte Sivas'a gelip yerleşmiştir.10

Takas olayından kısa bir süre geçtikten sonra Kral Senekerim, bağımsızlığını ilan ederek Sivas'ı Küçük Ermenistan'ın başkenti yapmıştır. Gerek bağımsızlığın tek taraflı olarak ilân edilmesi, gerekse Ermenilerin Bizanslılara göre farklı mezhepten olmaları birlikte uyum içinde yaşayamamalarına, dolayısıyla aralarının açılmasına sebep olmuştur. İki toplumun karşılıklı düşmanca tutum içerisine girmesinden sonra Ermeniler Anadolu'da zor durumda kalmıştır.11
XI. yüzyılın ortalarında Anadolu içlerine kadar ulaşan Türk akıncıları, 1059 yılında Sivas'ı ele geçirmişlerse de kısa bir süre sonra şehirden çekilmek durumunda kalmışlardır.
Bizanslılar "Ortodoks", Ermeniler ise "Gregoryen" mezhebindendir. Yörede o yıllarda "hakim unsur" olan Rumlar, Ermenileri mezhep değiştirmeye zorlamıştır. Ancak, Ermeniler mezhep değiştirmek istememiş; dolayısıyla Rumların baskılarına direnmişlerdir.

Ermenilerin yörede bağımsızlıklarını ilân etmelerini ve mezhep değiştirmeyi reddetmelerini hazmedemeyen Romen Diyojen, Malazgirt Savaşına giderken Sivas'a saldırmış ve şehri yağmalattıktan sonra yakıp, yıkmış;12 Ermenilerin büyük bir kısmını da katlettirmiştir. Katliamdan kurtulan Ermenilerin bir kısmı Anadolu'nun değişik şehirlerine ve Akdeniz’deki Klikya'ya kaçmıştır. Kaçan Ermenilerden bazıları, Bizans orduları Sivastan hareket ettikten bir süre sonra, başlarında Ermeni prensleri Adom ve Ebusehl olmak üzere geri Sivas'a dönmüşlerdir. Fakat bu dönüş uzun sürmemiştir. Kral Senekerim'in oğulları olan Ebusehl ve Adom, Türk baskınlarına gereği gibi karşı koyamadıkları, hatta Bizanslılara karşı zaman zaman Türklerle işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Bizans İmparatoru Nikefor tarafından 1080 yılında öldürülmüştür. Bunun üzerine şehir yeniden Bizanslıların eline geçmiştir.13 Ne var ki, Sivas bu defa Bizans hakimiyetinde kısa bir süre kalmış; beş yıl sonra 1085'te Türkler tarafından fethedilmiştir.